Blog

  • Hello world!

    Welcome to WordPress. This is your first post. Edit or delete it, then start writing!

  • Helal Olsun Müdürüm!

    Helal Olsun Müdürüm!

    Helal Olsun Müdürüm!

    Turgut Özal Anadolu Lisesi’nin idaresi, yeni eğitim öğretim yılının eşiğinde velilere öyle bir 18 maddelik uyarı mektubu gönderdi ki, ortalık karıştı. Ama ben tam tersini düşünüyorum Helal olsun müdürümüze!

    Neden mi?
    Okullarda saygı, disiplin ve sınırlar azalıyor

    Serviste kız öğrencilerin şoförün yanına oturamaması, arka koltukta yer yoksa ayakta gitmelerinin istenmesi, kantinde kız erkek sıralarının ayrılması ilk bakışta fazla katı gibi görünebilir. Fakat son yıllarda giderek artan zorbalık, taciz, saygısızlık ve sosyal medyaya yansıyan tehlikeli durumlar ortada. Bu tür kuralların amacı, öğrenciler arasında güvenli ve saygılı bir ortam oluşturmak özel alanlara saygı, fiziksel mesafe, cinsiyete dayalı sınırlar ki bu, modern çağın çocuk yetiştirme krizinde yerinde bir refleks. Ayrıca, “kuzenim, kankam, sekiz yıllık arkadaşım vs.” mazeretlerinin kabul edilmeyeceğinin vurgulanması, yakınlık adı altında sınır aşan ilişkilere sınır koyuyor

    LGBT, taciz, cinsellik tartışmaları bir yana

    Seviyeli davranılacak, yanlış anlaşılmaya sebebiyet verecek durumlardan kaçınılsın uyarısı, bu kadar naif bir yaklaşım ki bu yaşta her halleri yanlış anlama potansiyeli taşıyor kriz çıkaracak kadar abartıldı. Okulun amacı kiminle el ele tutuşacaklarını değil, istismarı ve rahatsız edici durumları engellemek. Denetimli mesafe, çarpışan sosyal kabullerden bile daha önce gelmeli.

    Beden eğitimi kıyafetine dair kısıt tayt yasak

    Bazı çevreler bu maddeye kadın düşmanı damgası vuruyor; ama pedagojik anlamda bakıldığında, özellikle herkese eşit davranılmasını sağlayacak bir yaklaşım benimsenmiş olabilir. Öğrencilerin bedenselliği üzerinden değil, akademik ve sosyokültürel gelişimleri üzerinden tanımlanmak haklarıdır.

    Çocuksu davranışlara son!

    Ortaokuldan kalan çocuksu davranışlara ya da şakalaşmaların dozuna dikkat edilsin talebi, ergenlik dönemindeki zamanı kaybetmiş ciddiyeti telafi etmeye yönelik bir ihtiyaç. Kim demiş ergenlik, sınırsız şaka ve gülüş demek? Kaldı ki okul, eğitim yuvasıdır; arkadaş ortamı değil.

    Müdüre “Helal olsun!” demek niye çarpıcı?

    Okul yönetimi, ayrımcılık yoktur, kız erkek koruması vardır diyerek resmi açıklamasında niyetinin kötü olmadığını savundu

    Ancak kültürel panik ve ahlaki göreliliğin çalkantılı sularında, böyle net ve soğukkanlı kurallar koymak cesaret ister.

    Merkez sağın çağdışılığı savunduğu iddiaları üzerinden karşı çıkanlar, aslında kaos ve özgürlük adı altında küçüklerin güvenliğini hiçe sayıyor olabilir. Biraz olsun sınır koymak cesaret ister helal olsun müdüre!

    Bakın size bi şey söyleyeyim. Okulda çocuk ağzında sakızla öğretmenin suratına bakıp “sen bana karışamassın!” diye çıkışınca, siz de “Aferin kızıma bak, ne kadar cesur!” diye alkışlıyorsanız, işte o zaman bu Müdürün bu hazırladığı maddeler size batacak…
    Lise çağında kız 8 aylık hamile, hastane tuvaletinde doğum yapmış. Kız kendini sokağa atmış, bebecik de ölmüş. (NTV’de haberi var, bakabilirsiniz) Bunu okuyunca da “E normal işte, olur böyle şeyler” diyorsanız, işte o zaman bu Müdürün bu hazırladığı maddeler kafanızda zonklayacak…
    Şimdi okullarda neler oluyor bir bakın: İstanbul’da 8 yaşında 2 tane minik çocuk, büyük sınıftan 3 öğrencinin eline düşmüş!!. Yine İstanbul’da 7. sınıftan bi velet, 4. sınıftan bi kız çocuğunu tehdit edip zorlamış!!. Cinsel Sağlık Enstitüsü bile dayanamamış açıklama yapmış bu duruma. (İnternetten bakın, göreceksiniz)
    Yahu kardeşim, tüm bu pislikler olunca hep kimi suçluyoruz? Okul müdürünü, öğretmenleri…E bi okul müdürü çıkmış, “Ben bu çirkinliklere dur diyecem” demiş, bazı kurallar koymuş. Adamdan daha ne bekliyorsunuz?
    Ama yok! “Aman çağdaş ol, gerici olma!” diye bağırıyorsunuz. Bu maddeler olmazsa, daha neler göreceğiz bu çocukların başına gelen, Allah bilir…

    Bu arada Düzce Valiliği konu ile ilgili kamuoyu duyurusu yayınladı tartışmalı maddeler ile ilgili soruşturma başlatılmış, bakalım gençlerimize verilen değer hangi yönde olacak göreceğiz.

  • Özgürüz ya, Gerisi Boş!

    Özgürüz ya, Gerisi Boş!

    Ne mutlu bize! Nihayet özgürlüğün Nirvana’sına ulaştık.
    Eskiden pantolon yırtılsa, ‘milletin içine nasıl çıkacağız?’ diye düşünen insanlar vardı. Şimdi kızımız OnlyFans’ta soyunuyor, ‘baba da izleyebilir’ ihtimaliyle… Ve biz buna alkış tutuyoruz: ‘Yaşasın özgürlük!’

    Yozlaşmanın Türkçe’si, ‘Biz’

    Sözlüğe bakıyorsun, ‘Yozlaşmak, Doğasında bulunan iyi nitelikleri kaybetmek.’
    Buyurun efendim, örnek fotoğraf, Türkiye, Millet gergin, şiddet manyağı, sabırsız, saygısız. Çatıya çıkıp intihar etmeye çalışan adama ‘atla ulan, trafiği tıkama’ diye bağıran bir kitleyiz biz. Ambulansı takip edip video çekiyoruz; turisti kazıklayıp sonra da ‘biz misafirperveriz’ diye öğünüyoruz. Namus, ahlak, değer? Hadi ordan. Burada mesele insanlık, onu da kaybettik zaten.

    Medya, Prime Time’da Ahlaksızlık Dersi

    Televizyon dizilerimiz bir harika, Her bölümde yeni bir yasak aşk, ihanet, entrika. ‘Ahlaksızlık 101’ dersi, saat 20.00’de tüm Türkiye’ye canlı yayın! İzleyen, beyniyle fotokopi çekiyor, sonra günlük hayatta aynısını uyguluyor.
    Sosyal medya? Orası daha da komik, mutluluk, artık bir ‘filtre’ demek. Ahlak, ‘kaç like aldın’ ile ölçülüyor. Buyurun size kültür.

    Gençlik, Ruhsuz Nesil Yetiştiriyoruz

    Gençler? Onlar da boşluğun dibine itilmiş. İş yok, gelecek yok, umut yok. Karnı aç, ruhu daha aç. Dindarlık desen vitrinlik, eğitim desen sınav çözen robot. İdeal, değer, vicdan? Onlar Netflix’in bir sonraki bölümünde kaldı.

    OnlyFans, Yozlaşmanın Vitrin Manşeti

    Ve işte geldik asıl bombaya, OnlyFans!
    Genç kız soyunuyor, baba bile izleyebilir ihtimaliyle… Ve biz buna ‘cesaret’ diyoruz. Hayır efendim, bu cesaret değil, bu sistemin kepazeliği. Asgari ücretle ömür tüketmektense, iki tıkla dolar kazanmak daha mantıklı tabii. Ekonominin bize attığı tokadı, millet kendi bedenini satarak geri ödüyor.
    Helal mi? Parası helal olabilir, ahlakı asla…

    Özgürlük mü, Ahlaksızlık mı?

    Suç oranları artıyor, şiddet yükseliyor, toplumsal bağlar kopuyor. Sosyal medya nefret kusuyor, insanlar birbirini anonim küfürlerle boğazlıyor. Herkes özgür ama kimse insan değil.

    Özgürüz, evet. O kadar özgürüz ki, artık utanmıyoruz.
    Eskiden yanlışın karşısında kızaran yüzlerimiz vardı şimdi suratımızda utanma kası bile kalmadı.
    Ama neyse… Özgürüz ya, gerisi boş!

  • Bolu’nun Öz-can’ı…

    Bolu’nun Öz-can’ı…

    Son günlerde gündemi meşgul eden meselelerden biri, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın Kuzey Kıbrıs’ta çekilen bir fotoğrafı oldu. Fotoğraf, Özcan’ın bir otelin casino bölümünde çay içerken görüntülenmesiyle servis edildi. Olayın ardından, ‘kumar oynadı’ iddiaları havada uçuştu. Özcan ise açıklamasında net konuştu; Tatil için ailesiyle oradaydı, Beşiktaş maçını izlemek üzere büyük ekranın karşısına geçmiş, çayını yudumlarken fotoğrafı çekilmişti. Ve kendi ifadesiyle, ‘Oyun oynamışımdır ama bu kez değil. Oyuna düşkün biri değilim.’

    Şimdi buraya kadar her şey gayet açık. Ancak sorun, bu açıklamadan önce kendini gazeteci sanan bazı kişilerin absürt haberler üretip bunu bir karalama kampanyasına dönüştürmesiydi. Daha da ilginci, hemen herkesin ağzında dolaşan şu cümle; ‘Kamu görevinde bulunan atanmış ya da seçilmişler özel hayatlarına dikkat etmeli, iyi örnek olmalı.’ Peki, soruyorum; Sayın Özcan ne yaptı da kötü örnek oldu? Kumar masasında zar mı attı? Ruletin başında krupiyer kızlarla viski kadehi kaldırıp poz mu verdi? Hayır! Ailesiyle tatildeydi, çocukları ve eşiyle beraber. Ortada en ufak bir uygunsuzluk yokken, bu fırtına niye kopuyor?

    Dahası var; Haberlerin altındaki yorumlara bakıyorsunuz, birileri çıkıp ‘Bizim kültürümüzde kumarhane ya da içkili mekâna girmek yoktur’ diyebiliyor. İşte tam bu noktada insana gülmek geliyor. Hangi kültürden bahsediyorsunuz? Bu ülke de kimse alkol almıyor, kumar oynamıyordu da biz mi bilmiyoruz? Cumhuriyet’e karşı her fırsatta nefret kusanların, en alakasız bir olayda bile Cumhuriyet düşmanlığı yapmaya çalıştığını görmek artık şaşırtmıyor. Asıl mesele Özcan’ın fotoğrafı değil; mesele, Özcan’a karşı içsel hesaplaşmalar ve kişisel hınç.

    Soruyorum; Ne yaptı size Tanju Özcan? Elinizde elle tutulur bir şey var mı? Yok. O yüzden bıyık altından gülüyor, dedikodu üretiyorsunuz. Ama iş denetime gelince gerçekler apaçık ortada; Bolu Belediyesi, en çok denetlenen belediyelerden biri ve çıkan rapor temiz. 81 vilayet içinde örnek gösterilen bir belediye haline gelmiş durumda. Yani yönetimde sorun yok, şeffaflıkta sorun yok, hesap vermekte sorun yok.

    Ama ne var? Bir fotoğraf karesi üzerinden köpürtülmüş suni bir tartışma var. Aha yakaladık vurun burdan… Ve bu tartışma, en çok Bolu’ya zarar veriyor. Çünkü şehrin güzelliklerini alkışlamak yerine, bir bardak çay fotoğrafından nefret kusmaya çalışanlar var.

    Tanju Özcan’ı seversiniz ya da sevmezsiniz, eleştirirsiniz ya da desteklersiniz. Ama gerçeği çarpıtıp iftiraya sarılmak ne gazeteciliktir ne de ahlaktır. Bolu’nun yükselen değerini görmezden gelenler, aslında Bolu halkına kötülük yapıyor. Ve bu millet, kimlerin samimi, kimlerin suni gündem yarattığını gayet iyi görüyor.

    Ahlak demişken… Çünkü en çok bu konuda ahkam kesiyorlar ya. Valla bu memleket çok gördü; çapkın vali, dostuyla basılan belediye başkanı, rüşvet alan milletvekili, dolandırıcılık yapan bürokrat… Liste uzar gider. Hatırlayın; bir dönem nüfuz ticaretiyle milyon dolarlar kazananları, devletin malını kendi çiftliği gibi kullananları, lüks araç konvoylarıyla gezerken ‘halk için çalışıyoruz’ diyenleri. Bunları gördük, duyduk, yaşadık.

    Bu örnekleri doğru bulmuyorum ha, yanlış anlaşılmasın. Ama bu yapılanları sümen altı eden, üç maymunu oynayan bazı gazetecileri de gördük biz. Anlayacağınız boş konuşmayı bırakıp, ‘Ben insanlık için ne yaptım?’ diye düşünün. Şapkayı önünüze koyun. Yüzyıllardır iyi de var kötü de, olmaya da devam edecek. Hep derim; ‘İnsanın kendine ettiğini başkası ona etmez.’

    Süslü cümlelerle kendine taraftar toplayanlar bir gün mutlaka yalnız kalır. Osmanlı döneminde mevcut rejime başkaldıran yüzlerce ayaklanma oldu; “İstemezük” dediler. Şimdi yine onlar sahnede, yine isyan içindeler. Anlayacağınız cahiliyet hiç bitmez, bitmeyecektir. Dün Abdülhamit’i yuhlayıp küfredenler, sonrasında Atatürk’e aynı şeyi yapmaya çalıştılar. Bugün de aynı zihniyet, farklı maskelerle aramızda dolaşıyor. Yarın da olacak.

    Bizim asıl sorunumuz ahlaktır. Bu kelimenin manasını tam anlamıyla idrak edebildiğimiz gün, işte o gün muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız. Ahlak, sadece başkasını yargılamak değildir; önce kendi vicdanına bakabilmektir. Kim ki başkasına çamur atarken kendi kirliliğini görmezden geliyor, işte o gerçek ahlaksızdır.

    Siz siz olun Öz Can ınıza sahip çıkın…

  • Çöp Atma, Atıyorsan da Tut Basket At!

    Çöp Atma, Atıyorsan da Tut Basket At!

    Düzce Belediyesi, “Temiz Şehir Düzce” hedefiyle kolları sıvamış, süpürgeyi almış, zabıtayı yanına katmış, gece gündüz denetimlere başlamış. Vallahi helal olsun, bir belediye “temizlik imandan gelir” sözünü bu kadar ciddiye alırsa, biz de oturup alkışlarız.

    Ama bir yandan da düşünmeden edemiyorum, Belediye ekipleri gece yarısı parklarda nöbet tutuyor, zabıta teyakkuzda, emniyet destek veriyor… Peki vatandaş ne yapıyor? , Yere çöp atmanın cezası varmış, deyip elindeki çekirdeğin kabuğunu, pet şişeyi, cips paketini cebine mi koyuyor, yoksa gizli gizli ninja gibi yeremi bırakıyor?

    Bakın sevgili dostlar, bu iş sadece belediyenin sırtına yüklenirse biz daha çok cezai işlem haberleri okuruz. Çünkü belediye çöp toplayacak, cezayı kesecek, uyarıyı yapacak ama asıl mesele bizim o eli yere götürmememiz. Yani mesele şu; Çöpünü atma, çöpe at!

    Hatta önerim var, Belediyemiz çöp kutularını basket potası gibi yapsın. Millet bir atış da ben yapayım diye eğlenerek çöpünü atsın. Hem çevre temizlenir, hem stres atılır, hem de Düzce’den bir basketbolcu çıkar belki, kim bilir!

    Hani bazıları var ya, yere çöp atıyor ama sonra dönüp belediye niye temizlemiyor kardeşim? diyor. İşte onlar var ya… Evinde otururken salondaki sehpanın üstüne çöplerini saçsa, annesi gelip toplasa, sonra da bu ev niye pis be? dese… Aynı mantık!

    Başkan Yardımcısı Hasan Günden çok güzel söylemiş; Mahallemizi evimizin bir odası gibi görmeliyiz. Tamam da ben ekleyeyim, Evimizin odasında yere çekirdek kabuğu atanı önce annemiz tokatlar, sonra babamız! Belediyemiz henüz tokat atma yetkisine sahip değil ama cezayı yazıyor, hakkıdır.

    Sonuç olarak… Belediyemiz temizlik konusunda çok doğru bir adım atmış, takdir ediyoruz, alkışlıyoruz. Ama bu iş tek başına belediyenin görevi değil. Hepimiz cebimizde küçük bir çöp poşeti taşırsak, yere atacağımıza içine koyarsak, Düzce zaten kendiliğinden parıl parıl olur.

    Hadi gelin, Düzce’yi temiz tutalım. Hem de belediye zabıtasına görünmeden!

    Ha bu arada Anayasada TCK m.181 ve m.182 maddelerinde belirtildiği üzre çevreyi kirletmek suçtur, ayrıca  “Allah temizdir, temizliği sever, cömerttir, cömertliği sever. Onun için avlularınızı ve boş alanlarınızı temiz tutunuz” Hadis-i Şerif inide hatırlatmak isterim.

  • Kadın Çıplak!

    Kadın Çıplak!

    Evet, yanlış duymadınız: Kadın çıplak!
    Durun yahu… Öyle düşündüğünüz gibi değil.
    Bu satırları yazarken, eminim ki bazılarınızın aklına anında sarı kırmızı puntolarla şok şok şok yazılı internet manşetleri geldi. Çünkü artık kadın kelimesinin yanına çıplak kelimesini koyduğunuzda, gerisi zaten tıklanma garantili bir trafik festivali oluyor.

    Peki mesele gerçekten çıplaklık mı, yoksa bizatihi bu kelimenin pazarlama gücü mü?

    Son zamanlarda sokaklarda, özellikle yaz aylarında, yarı çıplak giyinme yarışları almış başını gidiyor. Gençler arasında moda dediğimiz şey, artık kumaş miktarıyla ters orantılı çalışıyor, Ne kadar az, o kadar trend. Eskiden kıyafetler dikiş sayısıyla övülürdü, şimdi ise, kaç santim kaldı? diye ölçülüyor. Üstelik sadece gençler değil, orta yaş grubu da ben de varım dercesine bu yarışa katılıyor.

    Bunu gören toplum üçe bölünmüş durumda

    Bir grup diyor ki, Bunun sebebi hükümet, değerler erozyona uğradı!

    Diğer grup diyor ki, Sosyal medya bizi bozdu!

    Bir başka grup ise, Para için her şeyi mubah gören reklam sektörü ahlaki çöküşün baş aktörü!

    Haklılar mı? Eh, her biri biraz haklı. Ama asıl trajikomik nokta şu Hepimiz bu durumun hem mağduru, hem seyircisi, hem de gizli destekçisiyiz.

    Bıktık bu yarı çıplaklardan! diyen gözler…

    Dikkat edin, sokakta açık giyinen birini görenin bakışları iki aşamalıdır

    Önce tam boy tarama.

    Sonra öfke dolu yorum: Yazıklar olsun, iyice arsızlaştılar!

    Ama o ilk bakış? İşte orada samimiyet testi yapılır.
    Aynı kişiler sosyal medyada göğüs dekolteli bir reklam gördüğünde Allah ıslah etsin deyip hemen takip et butonuna tıklar. Çünkü ahlak, ekran karardığında daha güçlüdür ekranda parlak ışık varken biraz esnekleşir.

    Kılıf Kıyafet Serbestliği

    Ortaöğretim çağındaki öğrencilerin kıyafetleri ise başlı başına bir milli proje gibi. Etek mi şort mu belli değil, tişört mü pijama mı anlaşılmıyor. İç çamaşırının, dış giyim olarak kullanılması artık kimseyi şok etmiyor. Çünkü biz şoka bağışıklık kazandık.

    Eskiden kötü söz söyleyen çocuğa Ağzına acı biber sürerim diyen anneler vardı. Şimdi o çocuklar biberi burgerin içinde yiyor, üzerine Oha lan! diye story atıyor.

    Reklamların Altın Kuralı Kadın Varsa Satar!

    Televizyon reklamlarında hala geçerli olan bir altın kural var
    Ürün ne olursa olsun, yanına güzel bir kadın koy.
    Bulaşık deterjanı, araba lastiği, hatta vida satıyor olsanız fark etmez.
    Çünkü bizde çıplaklık tepki çeker, tepki çektiği kadar da izlenir.

    İronik değil mi?
    Bir yandan Ahlak elden gidiyor diye yaygara koparıyoruz, diğer yandan o ahlaksız dediğimiz içeriği milyonlarca kez izleyerek viral yapıyoruz.

    Kadın Çıplaksa? Sen Yaptın Bunu.

    Bu satırları kadın çıplak diye okuyan, bu başlığa tıklayan, hatta şu an hala okumaya devam eden sen… Evet, sen bu sistemin yakıtısın.

    Çünkü mesele sadece kıyafette değil, zihniyette.
    Ahlak, kumaşla değil, bakışla başlar.
    Bir toplum, kendi göz zevki uğruna kendi değerlerini yemeyi seçerse, sonunda hem gözü hem vicdanı körelir.

    Kadın çıplak olabilir. Erkek çıplak olabilir. Ama asıl çıplaklık, utanma duygusunun soyulmasıdır.
    Ve biz şu an, üstümüzdeki son değer katmanlarını kendi elimizle çıkarıyoruz.

    Allah hepimizi giyindirsin.
    Önce bedenimizi, sonra vicdanımızı.

    Kalın sağlıcakla…

  • Tasarrufmu? Alsana Tasarruf!

    Tasarrufmu? Alsana Tasarruf!

    Memlekette tasarruf tedbirleri açıklandı, millet Bari şu elektrik faturasından biraz kurtuluruz diye sevindi…
    Ama öğrendik ki, tasarruf bizden; tabela yenilemek devletten!

    Devletin tasarruf tedbirleri ilan ettiği şu günlerde, Sağlık Bakanlığı’ndan öyle bir hamle geldi ki… Hani derler ya, tasarruf kelimesi tabeladan düşecek diye ödüm koptu.
    Meğer o tabelalar zaten düşecekmiş… Yenileri gelecekmiş!

    Sağlık Bakanlığı, 2025’te kurumsal kimliğini yenileme kararı aldı. 81 il, yüzlerce ilçe, binlerce sağlık birimi… Hastaneler, sağlık ocakları, 112 istasyonları, poliklinikler… Dış tabelalar, iç yönlendirmeler, kapı isimlikleri, hatta WC levhaları bile sil baştan değişecek.
    Daha geçen yıl, UV baskılı pleksi kapı tabelaları çağın gereği diye takılmıştı. Şimdi onlar çöp kutusuna gidecek. Yerine yenileri gelecek.
    Tasarruf tedbirleri mi? Onlar başka sayfada.

    Bu değişiklik öyle çıkar sticker yapıştır işi değil. Montaj, söküm, yeni üretim, nakliye, ihale… Sıfırdan bir kurumsal estetik operasyon. Maliyeti sorarsanız… Düzce’den örnek verelim: Sadece şehirdeki sağlık birimlerinin tabelası, kapı isimliği, yönlendirme değişimi milyonları bulur. Türkiye geneline vurunca Buyurun, dev bir kurumsal makyaj bütçesi.

    Tabii, bu yeniliğin faydaları da var:
    Gözleri -5,75 miyop bir hasta, göz polikliniğini yeni tabela gelmeden bulamayabilir. Böylece görme testine daha kapıdan başlamış oluruz.
    Üç ay sonrasına MR sırası gelen hasta, kapıda hala eski isimliği görünce Yok, bu makine eski marka, bana yaramaz deyip evine döner.
    Acil servise koşan vatandaş, tabelası güncellenmedi diye Demek burası acil değilmiş diyerek başka hastaneye yönelir.
    Tuvalet tabelası yeni kurumsal kimliğe göre yenilenmezse, vatandaşın yön duygusu şaşar; WC mi, yoksa yeni radyoloji bölümü mü? diye düşünebilir.
    112 şoförü, tabelası değişmemiş binayı tanıyamaz; siren açık hâlde mahallede yeni logoyu arar.
    Aile sağlığı merkezinde kapı tabelası Diş yazdığı halde içeriden dahiliye doktoru çıkınca, E dişim ağrıyor ama madem öyle, tansiyonumu da ölçün der.

    Vatandaş randevu bulamazken, MR’ı 90 gün sonraya atarken, acil servisler tıklım tıklım doluyken; biz tabela fontu ve Pantone kodu derdindeyiz.
    Belki de Bakanlığın yeni sloganını şöyle değiştirmek lazım:
    “Önce Sağlık” değil, Önce Tabela dönemi başlıyor.


    Neyse…yazdık da ne oldu ben kafa patlatıp araştırıp edip bu yazıyı hazırladım belki üç beş kişi okuyup değerli vakitlerinden üç dakikayı harcadı, ne benim isyanım, ne duyarlı üç beş kişinin Vallahi haklısın değişi hiç bir şeyi değiştirmeyecek…

    Kalın sağlıcakla

  • ÖLDÜRMEYİN!

    ÖLDÜRMEYİN!

    Bir yasa maddesiyle başlamak istiyorum…
    Nesli yok olma tehlikesi altında olan bir hayvanı öldüren kişi bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası alır.
    Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldüren kişi altı aydan dört yıla kadar hapis cezası alır.
    Hayvanlara cinsel saldırıda bulunan veya tecavüz eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve yüz günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılır.
    Ev hayvanına veya evcil hayvana işkence eden veya acımasız ve zalimce muamelede bulunan kişi altı aydan üç yıla kadar hapis cezası alır.
    Hayvanları dövüştüren kişi üç aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası alır.

    Kağıt üzerinde, adaletin kelimelerle çizilmiş bu sınırları umut verici görünebilir. Ama peki ya gerçek? Gerçek, kanun kitaplarının soğuk satırlarından çok daha acımasız… Çünkü o satırlar, bir kedinin korkuyla açılmış gözlerindeki donukluğu; bir köpeğin acıyla inleyen sesindeki titreyişi duymuyor. O satırlar, sokak köşelerinde sessizce can veren, kulakları son duyduğu çığlıkta kalan o masumları hissetmiyor.

    Adli tıp uzmanı Prof. Dr. Sevil Atasoy’un yıllardır yinelediği bir gerçek var: Hayvana zulmeden el, bir gün mutlaka insana da kalkar.
    Ve tarihin sayfaları bu tezin kanıtlarıyla dolu.

    Vincente Verzini… Kariyerinin başında kedileri boğarak “alıştırma” yapan bir katil.
    Peter Kürten, namı diğer “Düsseldorf Vampiri”… İnsanları öldürmeye başlamadan önce köpeklerin ırzına geçen, koyunları parçalayan bir canavar.
    15 yaşındaki Sakakibara… Önce kedi başlarını kesip güvercinleri boğan, sonra çocukların başını bedeninden ayıran bir çocuk katil.

    Liste uzayıp gidiyor… Jeffrey Dahmer, Ted Bundy, Albert De Salvo… Hepsi, çocukken ya da gençliğinde hayvanlara işkence eden; sonra aynı ellerle insan kanına bulaşan yaratıklar.

    Bu örnekler, tek bir gerçeği haykırıyor: Hayvana uzanan her zalim el, insanlığın geleceğini boğazlıyor.
    Ve biz hala “bir hayvan” diye küçümseyip geçiyoruz.

    Oysa o “bir hayvan”, soğukta titreyen bir kedi, açlıktan kemikleri sayılan bir köpek, yavrusunu korumaya çalışan bir kuş olabilir. Onların dili yok… Ama gözleri var, bakışları var. O bakışlar, korku ile merhamet arasındaki ince çizgide, bizden yardım isteyen sessiz bir çığlık gibi…

    İnsan, bir masumun acısını görmezden gelmeye başladığında, kendi içindeki vicdanın kapısını da kilitler.
    O kapı bir kez kapandı mı, içeriye sadece karanlık dolar.
    Ve karanlıkta büyüyen şey, sadece nefret olur.

    Sokaklarda, mahallemizde, belki de yanı başımızda…
    Küçük bir çocuğun elinde taşla bir kediye vurduğunu gördüğümüzde “Çocuk işte” deyip geçersek, o çocuğun eline yarın bir bıçak almasına da göz yumuyoruz demektir.
    Çünkü her büyük cani, küçük bir acımasızlıkla başlar.

    Unutmayalım…
    Bir köpeğin, kedinin, kuşun… inlemesiyle başlayan hikâyeler, çoğu zaman bir annenin feryadıyla biter.
    Ve biz, hala sessiz kalırsak, bu sessizlik sadece hayvanların değil, insanlığın da mezar taşı olur.

    Kapınızın önüne bi kap su koymak 2 dakikanızı alır o iki dakika Yüce Allahın huzurunda milyonlarca sevaba dönüşür…

    Kalın sağlıcakla…

  • “İşimiz Hayır Değilki Akıbetimiz Hayır Olsun”

    “İşimiz Hayır Değilki Akıbetimiz Hayır Olsun”

    Bugün işyerinde otururken, mahallemizin camiinin eski ve yeni imamı ziyaretime geldiler. Allah için söylüyorum, ikisi de öyle güzel insanlardı ki… Gönlü geniş, dili tatlı, yüzü nur dolu… Oturduk, sodalarımızı içtik, güzel bir muhabbet koyduk ortaya.

    Söz döndü dolaştı yine insana geldi. Hatalarımızdan, gafletimizden, kendimizi düzeltme mecburiyetimizden konuştuk. Hocalardan biri bir cümle söyledi, dilinden değil de yüreğinden döküldü sanki:
    “İşimiz hayır değil ki, akıbetimiz hayır olsun.”

    O anda kafamda bir şeyler canlandı. Kalbime dokundu o söz.
    Dedim ki kendi kendime, “bu cümle aslında hepimizin aynası.”

    Aldım elime kalemi, kağıdı önüme koydum. Yazıya niyet ederken “hoca bize söyledi sanmayın, laf hepimize” dedim. Kalpten geleni, kulağımda kalanla birleştirip döktüm satırlara. Şimdi sıra sende…
    Oku, ister al içine sindir, ister kenara bırak. Ama unutma:
    Bu yazı bir cümleyle başladı, belki senin içinde de bir şeyleri başlatır.

    Daha besmele çekmeden söyleyeyim: İşimiz yamuk. Lafı evirip çevirmeye, üstünü şekerlemeye gerek yok. Zira millet olarak şekeri fazla kaçırmışız, ağızda tat var ama kalpte acı. Herkes bir işin peşinde ama niyetine bak, içinde hayır yok. Herkes “ben iyi insanım” diyor ama etrafa bak, iyilikten eser yok.

    Efendimiz (s.a.v) buyurur:
    “Ameller niyetlere göredir.”
    Peki bizde niyet var mı? Var elbet ama çoğu bozuk. Hayır görünür ama içi çürük. Sanki herkes rol yapıyor, kimse olduğu gibi değil. Herkes “el alem ne der” peşinde, Allah ne der, kimse umursamıyor.

    Dürüstlük Mü? Unuttuk Gitti…
    Eskiden söz namustu, şimdi notere gidip on kere imzalasan da güven yok. Kimsenin ağzından çıkanla kalbindekinin tuttuğu yok. İki gün sonra selamı kesen, dünkü kardeşine bugün düşman kesiliyor.

    Hani Efendimiz ne buyurdu:
    “Bizi aldatan bizden değildir.”
    E peki, bi/z bugün kimi aldatmıyoruz ki? Alışverişte tartıyı, dostlukta samimiyeti, ibadette niyeti, yolda yürürken selamı… Hepsi göstermelik olmuş. “Gönül işleri” yerine “gösteriş işleri”nin peşindeyiz.

    Kul Hakkı Her Yerde
    Sadece para çalmakla kul hakkı yenmez. İnsan hakkı çiğnemek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, birinin yüzüne gülüp arkasından kuyusunu kazmak da kul hakkıdır. Bu işin affı da öyle kolay değil. Allah affeder de, kul affetmezse o mesele kıyamete kalır.

    “Kul hakkıyla bana gelmeyin” demiş Rasulullah.
    Ama bizim millet kul hakkını cepte sanıyor.
    “Ben orucumu tuttum, namazımı kıldım” diyor da, kimsenin kalbini kırmış mıyım, kimseye haksızlık etmiş miyim, bakmıyor.

    Samimiyet Kayboldu
    Gülüşler sahte, selamlar zoraki, dualar bile kopyala-yapıştır. Kalpten çıkan söz yok. Sohbetler şen ama ruhlar kurak. Ne birinin derdini dert ediniyoruz ne de biriyle hasbihal ederken gerçekten dinliyoruz.

    Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştu:
    “İmanın en üstünü, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.”
    Bizde sevgi menfaate göre, buğz ise kıskançlıktan. Allah rızası için yapılan iş sayılı.

    Tembellik Süslenmiş
    Çalışmak ayıp olmuş, elin ekmeğine göz dikmek alışkanlık olmuş. Herkes kısa yoldan zengin olma derdinde. Helal kazanç, alın teri unutulmuş. Dürüst adam saf sanılıyor, üçkâğıtçıya “zeki” diyorlar. E bu kafayla nasıl hayır gelsin?

    Efendimiz ne diyor?
    “Hiç kimse, kendi elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir.”

    Ama biz başkasının emeğine göz dikmişiz. Herkes bir kenardan kıvırmanın, kaytararak kazanmanın yollarını arıyor. İş yapana değil, laf yapana prim veriliyor.
    Bak kardeşim…
    Bu yazı sana dokunduysa, demek ki içinde hâlâ bir kıpırtı var.
    Demek ki henüz her şey bitmiş değil.
    Ama şunu bil:
    İşimiz hayır değilse, akıbetimiz de hayır olmaz.
    Dünyada yapmacıklıkla belki üç-beş kişiyi kandırırsın ama mahşerde herkes çıplak kalacak; niyetler, kalpler, ameller dökülecek.

    Bu yüzden ne iş yapıyorsan yap, içine hayır kat.
    Birine selam mı vereceksin? Samimiyetle ver.
    Bir hayır mı yapacaksın? Gizlice yap.
    Bir hata mı işledin? Dön ve özür dile.
    Azıcık onur, azıcık vicdan, azıcık da Allah SEVGİSİ…
    İnan yeter bize.

    “Ey insanlar! Allah’a karşı gelmekten sakının ve her nefis, yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr Suresi, 18)

    Unutma:
    Hayırda yarışmadıkça, hayırdan nasiplenemeyiz.
    Ve biz bu kafayla gidersek…
    İşimiz hayır değil ki, akıbetimiz hayır olsun.

  • Diplomasız! Diplomalılar…?

    Diplomasız! Diplomalılar…?

    Bir sabah uyanıyorsunuz ve haberlerde şu başlık:
    “Hakim, savcı, doktor, mühendis… Sahte diploma çetesi çöktü!”
    Çayınız soğuyor, simidiniz boğazınıza diziliyor. Çünkü “çökertilen” sadece çete değil, bir ülkenin adalet, liyakat ve umut sistemidir.

    Hani o meşhur söz vardır: “Bir toplumun çürümüşlüğü, sahte diplomalıların makamlarında; gerçek emekçilerin ise işsizliğinde gizlidir.”

    Diploması Yalan, Görevi Yüksek

    Sistemin içinden yardım almadan sahte diploma nasıl olur demeyin. Türkiye burası. Burası öyle bir ülke ki, e-devlet’teki başarı belgenize bile “noterde onaylat” derler, ama e-imzanız olmadan bilmem ne üniversitesinden doktor çıkabilirsiniz.

    BTK başkan yardımcısından üniversite daire başkanına kadar nice e-imzalar çalınmış, sahte belgelerle devlete sızılmış. Haciz kaldırılmış, sınavlar geçilmiş, hatta akademik kürsüler bile sahte diplomalıların arpalığı olmuş. Bu ülke, “Profesörlükte kariyer değil, kartvizit önemlidir” evresine çoktan geçmiş.

    Yıllardır böyleymiş diyorlar. 2010’dan beri aktifmiş bu yapı. Düşünebiliyor musunuz? 2010’da üniversiteye giren gençler şimdi, “Meğer ben değil, sahte diplomalı Ayşe müdür olacakmış” travmasıyla psikolog kapılarında. Tabi sahte diploması olmayan bir psikolog bulabilirlerse…

    Ve Düzce…

    Peki bu işin Düzce’si nerede?
    Ah sevgili memleketim Düzce… Sana da düşen bir parça var bu rezaletten.

    Düzce, yıllardır üniversiteleşme hamlesiyle övünüyor. Düzce Üniversitesi, bölgenin gözbebeği. Düzce’de lise bitirip sınavlara hazırlanan binlerce genç sabahlara kadar test çözerken, Ankara’da birileri Dark Web’den 500.000 liraya devlette iş garantili sahte diplomalar pazarlıyor. Çocuk sabah ezanında uyanmış, kahvaltı yapmadan deneme sınavına gidiyor. Ama öte yanda Makedonya’dan yada “Ege Üniversitesi mezunu” diye sisteme giren şahıs, Düzce Adliyesi’nde kadroya geçiyor.(Mesela) Hadi al da anlat çocuklara “çalışmanın erdemini”.

    Sistemi Hacklemek mi? Yoksa Umudu hacklemekmi?

    Bu işin bir hacker ayağı var diyorlar. E-imzalar çalınmış, sistem kırılmış…
    Aslında sistemin hacklenmesi değil mesele; bu halkın adalet inancı hacklendi.
    Emeğin kıymeti yerle yeksan edildi. “Diploma alayım da sahte olsun” cümlesi, “sıra bizde artık” coşkusuna dönüştü.

    Ama esas sorun şu: Bu sahte diplomalılar sadece belge üretmemiş. Kariyer, kazanç ve kader dağıtmışlar. Bugün bir kamu kurumunda gördüğünüz her ikinci müdür yardımcısının diploması sorgulanabilir halde. Ve elbette Düzce’de de…

    Bir Ülke Mezun Oldu – Gerçeklikten

    Bugün Türkiye, liyakat denen kutsal müesseseyi mezara gömüyor. Başında hocalar değil, hoca taklidi yapanlar var. Diploması olmayan profesörler, diploması çalınmış gençlerin umutları üzerinde yürüyor.

    Ama merak etmeyin. Bu ülkenin her köşesindeki Düzce’li bir genç, hâlâ kitap başında, hâlâ emek veriyor. Sahte diploma düzeni onun alnındaki teri silemez. Ama eğer bir gün, o çocuklar da umudunu kaybederse, işte o zaman devletin değil, ülkenin mezuniyet belgesi iptal edilir.

    Ve not düşelim:
    Bu yazıyı yazan kişi, gerçekten mezun, ve sahte diploma almadan bu harfleri dizdi. Belki tek avantajı, bu yazının sonunda e-imzasını kullanmak zorunda olmaması.

    Kalın sağlıcakla…